HAYALİMDEKİ  O  KORİDOR
HAYALİMDEKİ  O  KORİDOR

Şairin o sözünü çok severim... ''Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak!'' İşte ben de ertelediğim veya ''rüyaya bıraktığım'' o yaşanmışlıkları hep halının altına süpürmekteydim. Hani yazıda konu kıtlığı çektiğimi burada itiraf etsem bu bir zaafiyet olarak algılanır mı acaba! İşte onu bilemeyeceğim. Aslında anılar dağarcığımda yazılması gereken o kadar enteresan konu, yani yaşanmışlıklar var ki! Her seferinde onları halının altına süpürüyordum ve bir yandan da şöyle diyordum: ''Nasıl etsem de yazsam! Acaba ne derler! Yazsam kimseyi incitir miyim!'' Hani bizim kültürümüzde şu gerçek hep vardır ve birçoğumuz o engeli aşmakta zorlanırız.... ''Acaba ne derler!'' Şimdi lafı eğip bükmeden söyleyeyim mi! Bunun adı başkası için yaşamak değil de nedir? Evet, öylesine bir hayat süren bizlerin yolunun üzerinde sanki bir  ''acaba ne derler'' adlı bir ''tak'' var ve biz onun altından geçerken hep başımızı eğmek zorunda kalırız. Sanki çevremizin veya mahallemizin yolumuza diktiği bir ''biat takı''dır o...Çevre baskısının temsilcileri için ise o bir ''zafer takı''dır adeta... Çok mu abartıyorum yoksa! Hayır, hiç de abartmıyorum. İşte tekrar itiraf ediyorum: Ben onların ''zafer takı''nın altından geçerken başımı çarpmamak için hep kamburumu çıkararak eğilmek zorunda kalmışımdır yıllarca...Ama öyle düşünerek o ''tak''ın altından başımı eğerek geçmemeyi, o psikolojik duvarı aşmayı becerdim diyebilirim. ''Kim ne derse desin, düşündüklerini yaz!'' Yani artık ''ortada kuyu var, yandan geç'' şeklindeki tekerlemeye uymayacağım. Kuyuyu görmezlikten geleceyim... Ne gibi? Söyleyeyim: İhtisasım süresince  ''yaşadıklarımdan öğrendiklerim''i zamanın acımasız dişlileri arasından çekip çıkaracağım, yazacağım onları... Endişelerimi, zaaflarımı, güzellikleri, mensup olduğum kurumda duyduğum hazları ve diğerlerini...Çok şey öğrendiğim o bilim yuvasındaki hocalarımı... O hocalarımın aziz hatıraları önünde hep saygıyla eğilmeye devam edeceğimi de belirteyim. Kısa keseceğim diyemiyorum bu uzun giriş sonrasında. Sadede geleyim desem daha uygun olacak diyebilirim ancak..

            Sıradan günlerden biriydi. Bir yaz günüydü Ankara'da... Ben de İbni Sina Hastanesi'ndeki asistanlığımın gerektirdiği rutin işlerden birisini yapmaya odaklanmıştım odamda. Ne mi yapıyordum? O siyah daktilonun başına oturmuştum ve sağ tarafımdaki üst üste birikmiş hasta dosyalarının ''epikriz''lerini yazmaktaydım. Daktilo başında diyorum ya birileri belki de tebessüm ediyordur. Ama o zamanlar şimdiki gibi bilgisayar  yoktu ki klavyeye dokunup çabucak yazasın. Hele de kağıt sıkışırsa yandı gülüm keten helva! Böyle dediğim için sakın şöyle düşünülmesin: ''Anladım anladım, yontma taş devrinden bahsediyor bizim muhterem Barni efendi!'' Yok canım, o kadar da uzun boylu değil...Her neyse, geçelim...Omuzuma dokunan birisinin hitabı ile arkama baktığımda bizim hastabakıcı Durali ile göz göze geliyorduk. Benim Bir şey sormama fırsat kalmadan ''Saygın Hoca seni istiyor doktorum'' diyordu. Bir süre sessiz kalmıştım...''Durali niye çağırıyor, bir şey söyledi mi'' diye sorduğumda omuzlarını silkiyordu... ''Valla bilmem ki, çağır gelsin dedi'' diyordu. Soruyordu. ''Nasıl sinirli miydi, birine mi kızmıştı'' diye sorma gereği duyuyordum merakla. Tebessüm ediyordu... ''Yok yok, rahat ol, neşesi yerinde... Biraz önce çay ve kahve götürdüm!''  Rahatlamıştım bir parça...

            Şimdi ben o anki ruh halimi dramatize ederek anlattığımda birileri belk şöyle düşünüyor olabilir: ''Amma da abarttın, sanki askeri bir kışladan bahsediyorsun mübarek adam!''  Kliniğimizdeki disiplinin derecesini bilmeyen birisine ben nasıl anlatabilirim ki o atmosferi, o ruh halini! Asistansın, adımlarını dikkatli atacaksın ki bir yol kazası yaşamayasın... Hani derler ya ''onmadık hacıyı deve üstünde yılan sokar!'' Veya şöyle de diyebiliriz: ''Ölüler sanırmış ki diriler her gün helva yiyor!'' Zira Saygın Hocamız disiplinli hali ile tanınırdı. İyi bir insandı, prensiplerini anlatarak bize hayat dersi verdiği gibi ufkumuzu da açardı. Şimdi bir şey anlatayım da o psikolojik ortamın bir nevi fotoğrafı olsun... Birgün eşim beni hastanede ziyarete gelmişti ve el ele asansöre doğru yürüyorduk. Yani onu yolcu ediyordum. Hemen yan tarafı da hocaların odalarının açıldığı koridor...Aslını söylemek gerekirse asistanlar olarak biz orasını şöyle adlandırırdık: ''Korku Tüneli!'' Veya ''o soğuk koridor.'' Elbette herkes benim gibi ''Doğrucu Davut'' değil ki bu terimleri şimdi böyle kullansın...Adam ''a'' düşünür, ama yüze gelince ''z'' olarak ifade eder. Bir de baktım ki Saygın Hoca odasından çıkmış ve bize doğru gelmekte... Hemen eşimin elini bırakıyordum. Yüzüme bakıyordu eşim, şaşırmıştı... Fısıldıyordum: ''Saygın Hoca!''

            Sabah vizitlerinden önce ortadaki koridorda toplanan asistanların gözü o soğuk koridoru tarardı endişeyle. Yani bütün bakışlar bir noktaya!

            Sadede gelelim...Ve bir kader kurbanı gibi hocanın odasına doğru yürürken aklıma hep olumsuz sorular takılmaktaydı.... ''Acaba ne diyecek! Hani bir kabahatımı mı gördü!'' Hani beynimin içine, o kıvrımlara üşüşen zehirli böcekleri bir türlü kovamıyordum ki! Hani derler ya ''sütle giren huy canla çıkar!'' Hocanın odasına yaklaştığımda ayak tırnaklarıma kadar terlediğimi itiraf edeyim. Ve kapıyı tıklatıp adımımı atıyordum...Bir yandan da ketum kişiliğimi hatırlayarak kendimi teselli etmekteydim. Zira o sözü kendime hep şiar edinmişimdir: ''Otuz iki dişten çıkan, otuz iki mahalleye yayılır!''

Yalovanedio.com Haber Ajansı
Yalova'nın En Hızlı Gazetecisi! / İHBAR HATTI / +90 551 207 34 15

Bu İçeriğe Tepki Ver (en fazla 3 tepki)

Facebook Yorumları

Disqus Yorumları